Seramik sanatçısı Attila Galatalı’yı bizim aile halam Filiz Özgüven (Galatalı) ile arkadaşlıkları zamanlarında tanıdı. Şahsen, onun Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli seramik sanatçılarından biri olduğunun farkına ise daha sonra varacaktım.
Özyaşamı
Galatalı 1936 Arhavi doğumlu. Ortaokul yıllarında resim öğretmenleri sanatsal yönünü keşfetmesine yardımcı oluyorlar. Boyamayı, çizmeyi, yontmayı, ellerini kullanmayı seviyor. Sanat sevgisinin ilk tohumlarını atan lisedeki resim hocaları. İki ayrı resim hocasından ‘sen mimarlığa çok yatkınsın’ sözlerini duyan Galatalı, meslek seçimini yapıyor, mimar olacaktır. Fakat lise son sınıftayken geçirdiği menenjit hastalığının tedavisinde kullanılan bir ilaç işitme duyusunu yok edince okulu bırakıyor. Eline geçirdiği sanat kitaplarını okumaya, ardından büyük bir iştahla doğayı resmetmeye başlıyor. Yaşamının sonuna kadar sürecek olan kendini yetiştirme süreci böylece başlamış oluyor. 1957’de İstanbul’a gitme arzusu onu Fındıklı’da Hasan amcasının evine getiriyor. Evin tam karşısında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun atölyesi var. Oraya devam etmeye, 1957’den itibaren mozaik çalışmaları yapmaya başlıyor. Sonraki yıllardan bir gün Cumhuriyet gazetesinde Sennur Sezer,
Bedri Rahmi Eyüboğlu hakkındaki yazısında Galatalı’dan şöyle bahsediyor:. “… ben o atölyeden mezun olmuş adları anımsıyorum: (birçok tanınmış ressamımızın adını sayıyor). Sonra seramiğin unutulmaz adı Attila Galatalı”
Bedri Rahmi atölyesindeki öğrencilik yıllarından sonra 1961’de Türk Seramikçileri derneğinin düzenlediği yarışmada, kimsenin tanımadığı, akademili olmayan bir genç, Galatalı birinci seçiliyor. Zamanın tanınan isimlerinden, jüri üyesi Füreya Koral ona ‘acemi usta’ diyor. “Toprağın ne vereceğini bilen, kavrayan bir kişinin eseriydi. Görür görmez tüm jüri üyeleri onun üzerinde birleştik. Öğrenci işi gibi değil, bayağı usta bir seramikçinin eseriydi” der Füreya, Galatalı’nın yapıtı için.
İki yıl sonra Saraçhane’deki İstanbul Belediye Sarayı kabul salonuna Galatalı’nın 7 mozaik panosu uygulanıyor. 1960’da o zamanki adıyla Güzel Sanatlar Akademisi‘nde daha sonra halamın da hocası olacak olan Prof. İsmail Hakkı Oygar ve Prof. Hakkı İzzet’in seramik kurslarına katılıyor. 1967’de Kireçburnu’nda ilk atölyesini açıyor. Bundan sonrası hep yükseliş.
1972’de ‘Güneş’ adli yapıtı Vallauris-Fransa Uluslararası Seramik Bienali’nde birincilik ödülü’ne değer bulunuyor. Bu yarışmada bilin bakalım jürinin başkanı kim? Pablo Picasso. Ve ‘Güneş’ Vallauris Modern Seramik Müzesi’nde sürekli sergilemeye alınıyor.
1981’de kendisi gibi seramik sanatçısı olan Filiz Özgüven’le, yani halamla evleniyor. Burada hemen bir parantez açıp, halamı tanıtmam lazım size. Iki erkek kardeşten sonra dünyaya gelen İzmir’li bir öğretmen ailenin idealist kızı. Tam 68 kuşağı diyebiliriz. Amerikan Kız Koleji ve Güzel Sanatlar Akademisi Seramik Bölümünü bitirdikten sonra Fulbright bursuyla Amerika’da seramik okumuş. Evlendikten birkaç sene sonra birlikte “Devingen Organik Yüzey” kuramını ortaya atıyorlar. Bundan sonraki sergileri, panelleri, yazıları, sanatsal işleri hep birlikte gercekleştiriyorlar..
Galatalı 1984’de Ankara’da açtığı sergi ile Ankara Sanat Kurumu tarafından “Yılın Sanatçısı” seçiliyor ve “Sanatçı-Sanat-Sav” başlıklı bildirisini yayınlıyor. 1985’de seramik üzerine kuramsal araştırmalar yapmaya ve yazmaya başlıyor. Sanat Çevresi Dergisi’nde “Eleştirim” başlıklı ilk yazısı yayınlanıyor. Sanat-sanatçı konularını irdelediği bu yazılar yıllar boyunca devam ediyor.
Eniştemi 23 Mayıs 1994’de beklenmedik şekilde kaybettik. Hatta maalesef o sene aileden iki kişinin acı haberiyle sarsıldık. Önce Mart ayında babam Atilla Özgüven’i elim bir olay sonucu kaybettik, iki ay sonra da ölüm Attila Galatalı’yı yatağında buldu. Bir bayram sabahı gelen bu acı haber hiç inanılacak gibi değildi. Görünürde hiçbir sağlık sorunu yoktu. Sadece halam da, Attila da o zamanın diğer sanatçıları gibi çok sigara içerlerdi. Tabii halam yıkılmıştı, iki ay arayla hem ağabeyini, hem de hayat arkadaşını kaybetmişti. Ondan sonra hiçbirşey eskisi gibi olmadı onun için. 2008’de Filiz Özgüven Galatalı da aramızdan ayrıldı.
Kişi olarak Galatalı
Öncelikle kişi olarak kendisini tanıma şansına eriştiğim için mutlu olduğumu hissediyorum. İşitme sorunu enişteme günlük hayatta bir zorluk yaratmak ya da onu kompleks sahibi yapmak şöyle dursun, bir özellik bile katıyordu diyebilirim. Bu özelliği onu bugünkü deyimle sanki biraz ‘cool’ yapıyordu, en azından bendeki izlenim böyle. Halam işaret dilini öğrenmişti ve çok rahat anlaşabiliyordu. Sanıyorum eniştem de biraz dudak okuyabiliyordu. Panellere katılır, bildiriler verir, gür sesiyle soruları yanıtlardı. Giyimiyle, duruşuyla etrafında her zaman saygı uyandıran bir kişiydi. Elinden düşmeyen sigarası, boynunda fuları, çift sıra düğmeli şayak yeleğiyle her zaman kendine özgü bir havası vardı. Fransızcadan dilimize geçmiş olan ‘comme il faut’ sözcüğünün canlı tanımıydı sanki.
Galatalı ile halamın evlendikleri günü çok iyi hatırlıyorum. Öyle bildiğimiz cümbür cemaat bir nikah töreni değildi bu. 1981 baharında Boğaziçi Üniversitesi son sınıfta öğrenciydim. Kadıköy Evlendirme Dairesinde belki toplam on kişiydik, nikah şahitleri sanat çevresinden yakın arkadaşlarıydı, diğer yakın arkadaşları da yanlarındaydı. Salon doluyor, boşalıyor, herkes hoş bir telaş içinde. Halamla eniştem, nikah masasına oturmuşlar, nikah memurunu bekliyoruz. Bizden sonraki nikah için bekleyenlerden bir kadının nitelemesini hiç unutmuyorum: “Aa, yaşlı çift bunlar..” Yani herkes gençken evlenecek gibi bir sonuç çıkıyor buradan. Bir yerde doğruydu, halamın, biz onu artık evlenmez diye düşünürken yaptığı evliliğiydi, Attila’nın ise ikinci ve sürpriz evliliği. Elbette onlarınki yirmili yaşlarındaki gençlerin aşkı değildi, iki olgun insandılar. Onları biraraya getiren, birbirlerine duydukları sevgi ve saygı kadar, sanatlarına duydukları aşktı. Gerçi şimdi düşünüyorum da, eniştem sadece 45, halam ise 43 yasındaymış, hele şimdiye göre o kadar da ‘yaşlı çift’ değillermiş hani.
Nikah töreninden sonra mütevazı bir kutlama için Bedri Rahmi’nin Kalamış’da bahçe içindeki evine gidildi . O tarihte çoktan aramızdan ayrılmış olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun eşi Eren Eyüboğlu ve oğlu Mehmet Eyüboğlu ve bütün sanatçı arkadaşları oradaydılar. Kanada’lı gelin, Mehmet’in eşi Hughette de sanıyorum oradaydı. İstanbul’da çoktandır başlamış olan apartmanlaşma o semtlere de bulaşmıştı. Hiç unutmuyorum, Mehmet biraz ilerideki binayı göstererek, ‘şu apartman iki saatlik güneşimi kesti’ diyordu. Bütün ev bir atölyeydi sanki. Her tarafta kitaplar, kumaşlar, duvarlarda tablolar, Eren Eyüboğlu’nun boyaları, eskizleri, Mehmet’in kalıpları, yazmaları ile yaşayan ve yaşanan bir atölye-ev.. Nikah ve sonrasındaki kutlamada benim görevim, çoğu zaman olduğu gibi fotoğrafçılıktı. Sanıyorum o bahçe içindeki tipik Kalamış evinde şimdi Mehmet ve Hughette oturuyorlar. Umarım o ev kültür mirası olarak korunmaya alınır ve başka bir apartmana kurban edilmez.
Sanatsal üretimi
Eniştem, sanatı kitleler için yapan, kendini geliştirdikçe felsefesini de geliştiren, sade seramik değil, sanatın diğer dalları hakkında da düşünen yazan bir sanatçıydı. Halamla birlikte geliştirdikleri “Devingen Organik Yüzey” kuramını şöyle özetliyorlar: Onların kuramına göre, seramik, özü hareket olan bir yüzey sanatıdır. Galatalı, seramiği, tarihsel süreklilik içerisinde, plastik boyutu ile ele alır ve onu ‘boşluk içinde yer alan organik seramik yüzey’ kavramı ile açıklar. ‘Seramik görsel gerçekliktir,’ der Galatalı, ‘gerçeğin yanılsaması değil… Duyu, düşünce ve tasarım gücünü ifade eder. Resimdeki derinlik ve yüzey yanılsamalarını, heykeldeki kütlesel yanılsamaları da içerir. Yanılsamasız, soyut bir sanat dalı olan seramik, kullanım içeriği ile somutlaşır. Kullanımı, yani içeriği yadsıyan seramik sanatçısı soyut görsel olana yönelmek zorundadır.’
Galatalı, sanatın galerilere hapis olup kalmaması, halka yayılması gerektiğini de çok iyi biliyordu. Belki biraz da bu yüzden eserleri gözönünde olan yerlerdedir.
150’yi aşkın büyük pano uygulaması Türkiye’nin dörtbir yanında yer alıyor. Birçok devlet binasının yanısıra Türk Petrol, Azot Sanayi Genel Müdürlüğü, Harbiye Ordu Evi, İzmir Efes Oteli, Çanakkale Seramik gibi kurum ve kuruluşların duvarlarında dünden bugüne Attila Galatalı imzası taşıyan panolar var.
1986’da panolardan biri Konya PTT binasının duvarına uygulanıyor. Konya’ya yolunuz düşerse o binayı ziyaret edin derim. Motiflerin içinde eski zamanların atlı ulaklarını görüyoruz. Düşünün ki, 1986 Konya’sında şehrin merkez postanesine gittiğinizde özgün bir eserle karşılaşıyorsunuz. O zamanlar yani 50’li yıllardan 80’lere kadar devletin sanatı desteklemeye neredeyse bir ideoloji olarak önem verdiği yıllardı. Umarım o ve diğer eserleri titizlikle korunuyordur.
Galatalı çalışmalarını atölyesinin sınırları ile belirlememeye çalışırdı. Özellikle son yıllarda büyük boy çalışmalarını Çan’daki Kale Seramik Fabrikaları’nda gerçekleştiriyordu. Daha önceleri, 70’li yılların sonuydu sanırım, Gayrettepe’de, sinemadan bozma, kocaman bir atölye kurmuştu. Sabahlara kadar ışıkları yanan atölyenin fırını neredeyse hiç sönmezdi. Ben o atölyeye çok gitmişimdir. Hatta o mekanın sinema olduğu zamanları da hayal meyal hatırlıyorum. Hakikaten büyük bir yerdi ve içinde büyük bir seramik fırını vardı. Ne zaman gitsem akademi öğrencisi gençleri de eniştemle birlikte harıl harıl çalışırlarken görürdüm. Alçı kalıplar, tornada çekilen parçalar, sırlanmayı bekleyen formlar, başka bir tarafta kuruyan panoların bölümleri, boyalar, sırlar, çeşit türlü alet etrafta olurdu. Hele fırın yandığı zaman, bayağı bir ısı yayardı. Eğer mevsim kışsa fazla şikayet edilmezdi de, hava sıcaksa işte o zaman zor durulurdu içerde. Seramik üretmenin ağır işçilik gerektiren bayağı zahmetli bir iş olduğunu çocukluğumdan beri halamı sonra da eniştemi gözlemlediğim için iyi bilirim.
Gayrettepe’deki atölyenin markete dönüştürülmesi üzerine, atölyesini bir kez daha değiştirmek zorunda kalan Galatalı, 1986 yılında halamın Cihangir’deki minik atölyesine geçiyor ve üretimini burada sürdürmeye devam ediyor. Şimdi başka bir seramik sanatçısı tarafından kullanılan o atölye, Cihangir Pürtelaş Sokakta bir apartmanın küçücük bodrum katıydı. Tabii orası büyük parçalar için yeterli değildi. O zaman yakın dostu, Kale Grubu’nun sahibi İbrahim Bodur Çan’daki fabrikasının büyük fırınları başta olmak üzere bütün olanaklarını seferber etmişti.
Elimde Galatalı’nın yaşamı ve yapıtları hakkında özenle hazırlanmış ve Türkçe-İngilizce olarak yayınlanmış bir kitap var; “Toprağın ve Güneşin Ozanı Attila Galatalı”. Kitap 1996’da Çanakkale Seramik Sanat Yayınları tarafından yayınlanmış. Daha sonra tekrar baskısı yapıldımı bilmiyorum. Sahaflarda, şimdinin internetteki özel kitapçılarında, alış veriş sitelerinde bulunabiliyor.
Eniştemin yakın arkadaşı ve destekçisi İbrahim Bodur kitabın önsözünde kendisinden şöyle bahsediyor; “Çok çalışkan, verimli, kendine has dünyasında sürekli üreten, ürettiği ile mutlu olan bir yapısı vardı Attila’nın. Yalnızca sanatçı yanıyla değil, insan yanıyla, sıcak kişiliği ve pratik zekasıyla da etkisi altına alırdı çevresindekileri. Toprağa olan sevgisini ve heyecanını etrafına da aksettirirdi. Hiç bir zaman tek yönlü bir sanatçı olmadı. Seramik üzerine görüşleri olan, onu her yönü ile ayrı ayrı değerlendirebilen, seramiği gerçek anlamda bilen bir sanatçıydı Attila Galatalı… Onu tanımış olmaktan ötürü mutluluk duyuyorum.”
1986’da halamla birlikte geliştirdikleri “Devingen Organik Yüzey” kuramının uygulamaları Garanti Sanat Galerisinde sergileniyor. Sanat eleştirmeni Sezer Tanşuğ Garanti Bankası sergisi için şunları söylüyor: “Attila Galatalı, tek bir cümleye indirgenirse seramığı tarihsel ve çağdaş plastik boyutu itibariyle ‘boşluk içinde yer alan organik seramik yüzey’ kavramı ile açıklamak istemekte ve seramiği oluşturan form yüzeylerindeki hareket çeşitliliğini, tarihsel eski ve çağdaş yeniyi kapsayan temel bir ilke olarak belirlemeye çalışmaktadır. Seramik yüzeyin hareketine kazandırdığı ritmik dalgalanma ve kırılmalar sanatçının soyut form çalışmalarında amaçladığı hacim ve mekan ilişkilerinin sürekliliği ile bütünleşir. “
Mimar Doğan Kuban, 1987’de 1. Asya-Avrupa Bienali’nde uluslararası jüri tarafından altın madalyaya değer görülen Galatalı için sergi kataloğunda şunları yazmış:
“Modern Türkiye’nin önde gelen ve en yaratıcı sanatçılarından biri olan Galatalı, eski çömlekçilik sanatı ile ruhsal sürekliliği olan öz bir seramikçi olarak ise başlamıştı. Ama sanatının gelişiminde öyle bir yere geldi ki, şimdi sırlı yüzeyin iki boyutlu nitelikleri ve pişmiş çamurun üç boyutlu potansiyelini, yapıtlarında resim ve heykelsi ifadelerle dışa vuruyor.. Galatalı hiçbir kaynağa referans vermiyor. Yalnız kendi içgüdüsüne dayanıp, hep yeni imgeler sunuyor. “
Attila Galatalı sanatının olgunluk döneminde, üretkenlik çağında aramızdan ayrıldığında sadece 58 yasındaydı. Ben onu her yönüyle usta bir sanatçı ve insan sevgisiyle dolu mükemmel bir insan olarak hatırlıyorum.
Biz onu enişteden çok ‘insan’ Attila Galatalı olarak sevdik.
Uluç Özgüven
Kaynakça;
• Turay, Anna. Toprağın ve Güneşin Ozanı Attila Galatalı, Çanakkale Seramik Sanat Yayınları, 1996 ISBN 975‑7953-01–6
• Galatalı, Attila. Seramik Sergisi, Aksanat Akbank Kültür Sanat Eğitim Merkezi sergi broşürü, 1996
• Ağar, Mehmet. Seramik Bir Ustasını Daha Yitirdi. Cumhuriyet Gazetesi 24 Mayıs 1994
• Uluç Özgüven Aile Arşivi
• Toprağa ve güneşe tutkulu bir yürek; Boyutpedia, Boyut Yayın Grubu http://www.boyutpedia.com/default~ID~2661~aID~70568~link~topraga_ve_gunese_tutkulu_bir_yurek.html
merhum attila galatalı’nın Hâkimler ve Savcılar Kurulu Binası Binası (eski Azot Sanayi Genel Müdürlüğü Binası) Giriş Holünde bulunan eseri, korunmak, geniş kesimlere sergilenmek, restorasyonu gerçekleştirmek üzere Ankara’da kurulan ve henüz ziyarete açılmayan Türkiye Milli Botanik Bahçesi’ne taşınmıştır. Ailesi, yakınlarına bu gelişmeyi haber verebileceğimiz başka bir mecra bulamadık. lütfen bizimle iletişime geçmelerini sağlar mısınız?
12–13 yaşlarında Attila Galatali ve Ruzin ablanın yanında, Istanbul Belediye Sarayı’nda yapılmakta olan mozaik çalışmalarında ben de bulunmuştum. Onların çizdiği o mükemmel modern Istanbul resimlerine, ahenkli renkler meydana gelecek şekilde, verdikleri formullerle çeşitli ebatlardaki mozaikleri islemistim.
Bu şaheser mozaik panolarin fotoğraflarını bu yazınızın yanında ve hiçbir yerde göremiyorum.
Eklemeniz mümkün olursa çok mutlu olacağım.
Siz de olduğu gibi, bende de gerek sanatçı olarak gerekse insan olarak son derece güzel izlenimler bırakmış bir kişidir, mekanı cennet olsun.
Vay, vay, vay! Topragi bol olsun, ne guzel bir izdusum birakmis senin hayatinda ve tabii tum tanidiklarininkinde..
Eniştemiz bu satırlarda yaşıyor, bu yazıyı da duyduğuna eminim. Tipik bir boğa burcu olan eniştem, toprak gibi sağlam, verimli bir kişiydi. Kendisiyle, insanlıkla barışıktı, sanatı özümsemişti. Her ölüm gibi onun ölümü de çok erkendi.